Altın Dağın Kralı - Grimm Kardeşler
Altın Dağın Kralı
Grimm Kardeşler bir peri masalı
Bir tüccarın iki çocuğu vardı: biri oğlan, biri kız; ama ı.gm ikisi de küçücüktü, henüz yürüyemiyorlardı.
Tüccar varını yükünü doldurduğu iki gemiyi sefere çıkarttı, mallan satarak çok para kazanacağını umuyordu. Derken gemilerin battığı haberi geldi. Adamın elinde şehir dışındaki ufak bir tarladan başka hiçbir şey kalmadı. Uğradığı bu sıkıntıyı başından atmak için bu tarlada bir aşağı bir yukarı dolaşırken karşısına bir Arap cüce çıktı ve ona neden bu kadar üzgün olduğunu, canının neye sıkıldığını sordu.
Tüccar, "Bana yardım edersen söylerim" dedi.
"Kim bilir, belki yardımım dokunur" diye cevap verdi Arap cüce. Bunun üzerine tüccar, tüm servetini denizde kaybettiğini ve elinde şu tarladan başka hiçbir şey kalmadığını anlattı.
"Merak etme!" dedi cüce. "Eve varır varmaz ayağının ilk çarptığı şeyi on iki yıl içinde buraya getireceğine dair bana söz verirsen istemediğin kadar paran olacak!"
Tüccar düşündü. "Evde ayağımın takılacağı ufak bir köpek var, o kadar! Başka ne olabilir ki?" Ama ufak çocuğu aklına gelmediği için cücenin önerisini kabul etti ve kendi eliyle yazıp imzaladığı sözleşmeyi mühürleyip ona verdi.
Eve gelir gelmez ufak çocuğu babasını görünce çok sevindi ve emekleyerek yanına varıp paçasından yakaladı. Adam cüceye verdiği sözü düşünerek çok korktu; çünkü neye imza attığım pek iyi biliyordu. Hemen gidip para kasasına ve yastık altına baktı, hiçbir şey bulamayınca cücenin şaka yapmış olduğuna inandı.
Bir ay sonra tavan arasına çıktı; eski bakır çanak çömlek varsa onları alıp satacaktı. Birden orada koca bir yığın para buldu. Yine ticarete başladı, mal satın aldı ve koskoca bir tüccar olup çıktı.
On ikinci yıl yaklaşırken tüccar tedirginleşti; artık korkusu yüzünden belli oluyordu.
Bir gün oğlu ona "Neyin var senin?" diye sordu. Adam önce söylemek istemedi, ama oğlu diretince, farkında olmadan onu nasıl cüceye vereceğini ve karşılığında çok para aldığını anlattı. Bir sözleşme yapmış ve bunu kendi eliyle imzalamıştı; yani buna göre, on iki yıl sonra oğlunu cüceye teslim etmiş olacaktı! Bunun üzerine oğlu:
"Ah, baba, sen hiç merak etme! Her şey yoluna girecek. O cüce gücünü bana karşı kullanamaz ki!" dedi.
Oğlan papazın duasını aldıktan sonra tam saatinde babasıyla birlikte tarlaya gitti. Birlikte bir tur attıktan sonra beklediler.
Derken Arap cüce çıkageldi ve adama, "Bana vaat ettiğin şeyi getirdin mi?" diye sordu.
Adam sustu, ama oğlu cevap verdi: "Ne istiyorsun sen?"
Arap cüce, "Benim lafım babanla, seninle değil" diye cevap verdi.
Oğlan "Sen babamı aldattın, onun imzaladığı kâğıdı ver bana" dedi.
"Hayır" dedi cüce, "Bu benim hakkım."
Uzun boylu tartıştılar, sonunda şöyle bir karara vardılar: oğlan ne babasında, ne de cücede kalamayacağına göre bir sandala binecek ve şiddetli akıntısı olan bir nehirde kürek çekecekti. Biner binmez babası sandala bir tekme atacak ve onu suya terk edecekti.
Oğlan babasıyla vedalaştıktan sonra sandala atladı, babası da bir tekmeyle onu sulara iteledi. Sandal birden tepetaklak oldu, yani altı üstüne geldi.
Tüccar oğlunun boğulduğunu sanarak üzüntü içinde eve döndü.
Ama sandal batmadı, aksine ağır ağır yol aldı, ta ki bilinmeyen bir sahile ulaşıncaya kadar. Oraya varınca oğlan karaya çıktı, derken karşısında güzel bir saray gördü. Saraya girdi. Ama girer girmez burasının tekin bir yer olmadığını anladı. Bütün odaları dolaştı, hepsi boştu; en son odaya geldiğinde orada çöreklenmiş bir yılan gördü. Aslında bu yılan büyü yapılmış bir bakireydi; oğlanı görünce sevinerek şöyle dedi: "Geldin mi kurtarıcım? On iki yıldır hep seni bekledim; bu saray lanetlendi. Bu büyüyü sen bozmalısın!"
"Nasıl yapayım bunu?"
"Bu gece siyahlara bürünmüş ve zincirlere bağlı on iki adam gelecek. Sana burada ne aradığını soracaklar; sakın cevap verme; bırak seninle ne isterlerse yapsınlar, işkence etsinler, dövsünler, bırak her şeyi yapsınlar, yeter ki sen ağzını açma! Saat on ikide hepsi çekip gidecektir. Ertesi gece başka adamlar, ama yine on iki kişi; üçüncü gece yirmi dört kişi gelecek; senin kafanı koparacaklar. Ama tam saat on ikide güçleri sıfırlanacak; sen de o zamana kadar dayanıp ağzını açmamışsan ben kurtulmuş olacağım. O zaman sana geleceğim, elimde bir şişe hayat suyuyla; onunla seni yıkayacağım, sen de yeniden canlanacak ve eskisi gibi sapasağlam olacaksın." Oğlan, "Seni kurtarmaya hazırım" dedi.
Her şey kızın anlattığı gibi oldu. Siyahlı adamlar oğlanın ağzından tek kelime alamadı ve üçüncü gece yılan çok güzel bir prensese dönüştü; o, elindeki hayat suyuyla oğlanı sağlığına kavuşturdu. Sonra da boynuna sarılarak onu öptü. Tüm saray sevince boğuldu. Hemen düğün yapıldı ve oğlan Altın Dağın Kralı oldu.
Böylece mutlu yaşadılar. Kraliçe güzel bir oğlan çocuğu doğurdu. Kral sekiz yıl sonra babasını hatırladı, birden yüreği sızladı ve doğduğu evi ziyaret etmek istedi. Ama kraliçe onun gitmesini istemedi:
"Biliyorum, başıma bir bela gelecek!" deyip durdu hep. Ama kocası o kadar diretti ki, sonunda kadın razı oldu. Vedalaşma sırasında kocasına bir 'istek yüzüğü' vererek şöyle dedi:
"Al bu yüzüğü, parmağına tak! Takar takmaz varmak istediğin yere varmış olacaksın; yalnız bana söz ver: sakın beni babanın yanına getirtme!"
Genç adam söz vererek yüzüğü parmağına taktı ve aynı anda babasının yaşadığı şehirde olmayı istedi. Bir anda kendini orada buldu; şehre girmek istedi, ama sur nöbetçisi çok acayip ve gösterişli bir kral kıyafeti giydiği için onu içeri almadı. Bunun üzerine oğlan dağa çıkarak orada yaşayan bir çobanla giysilerini değiştirdi. Eski bir ceket giyerek hiç rahatsız edilmeden şehre indi. Babasının yanına vardığında kendisini tanıttı, ama adam ona hiç inanmadı ve vaktiyle bir oğlu olduğunu, ancak onun çoktan öldüğünü ileri sürdü; karşısında fakir bir çoban gördüğüne inanarak ona bir tabak yemek vermek istedi. Ama oğlan:
"Ben gerçekten sizin oğlunuzum, vücudumda beni tanıtacak bir ben yok muydu? Ne çabuk unuttunuz!" dedi.
"Evet" dedi annesi, "Bizim oğlumuzun sağ ön kolunda ahududu şeklinde bir ben vardı."
Oğlan gömleğini sıvadı, karı koca gerçekten de onun ön kolundaki beni görünce, karşılarında duranın kendi oğulları olduğundan artık şüpheleri kalmamalıydı. Derken oğlan onlara, kendisinin Altın Dağın Kralı olduğunu, bir prensesle evlendiğini ve yedi yaşında bir erkek çocuğu olduğunu anlattı. Babası: "Bu asla doğru olamaz. Bir kral hiç dilenci kıyafetiyle dolaşır mı?" dedi.
Bu kez çok öfkelenen oğlan parmağındaki yüzüğü döndürerek eşinin ve oğlunun hemen yanına gelmesini arzu etti. Aynı anda genç anneyle çocuğu orada oluverdi. Kraliçe ağlayıp sızlanmaya başladı ve kocasına, sözünü tutmayıp kendisini mutsuz kıldığı için serzenişte bulundu. Kocası:
"Ben bunu bilmeden yaptım, yoksa isteyerek değil" diyerek bin dereden su getirdi. Kadın da sonunda yatıştı, ama içinde kötü bir his vardı.
Daha sonra oğlan onu şehrin dışındaki tarlaya götürdü ve sandalın alabora olduğu nehri gösterdi:
"Ben yoruldum, sen şöyle otur, senin dizinde biraz uyumak istiyorum" dedi.
Ve başını karısının dizlerine koydu; kadın onun bitlerini ayıklarken oğlan uyuyakaldı. O uyur uyumaz karısı, kocasının parmağındaki yüzüğü çıkardı, kendi ayağını onun vücudundan çekip kurtardı, ama terliğini bıraktı. Sonra çocuğunu kucağına alarak tekrar saraya dönmeyi arzu etti.
Adam uyandığında kendini terk edilmiş buldu: karısıyla çocuğu gitmişti, parmağındaki yüzük de meydanda yoktu. Ortada sadece bir tek terlik kalmıştı.
"Kendi ananın babanın yanına dönemezsin artık" diye kendi kendine söylendi: "Sonra sana büyücü derler; en iyisi pilim pırtını topla, saraya dönmeye bak!"
Neyse, yola koyuldu, sonunda bir dağa ulaştı; dağın önünde üç tane dev durmuş, babalarının mirasını nasıl bölüşeceklerini tartışıyorlardı. Miras üç şeyden ibaretti. Birincisi bir kılıçtı, onu kuşanan "Bütün başlar aşağı, benimki yukarı" dediği zaman tüm başlar yere eğiliyordu. İkincisi bir pelerindi ki, onu boynuna atan görünmez oluyordu; üçüncüsüyse bir çift çizmeydi ki, onları giyen, istediği yere hemen gitmiş oluyordu.
Oğlan onlara, "Verin bakayım şu üç şeyi, deneyeyim! Bakalım iyi dürümdalar mı?" dedi.
Ona pelerini verdiler, boynuna atar atmaz oğlan görünmez oldu ve bir sineğe dönüştü. Sonra yine eski haline dönerek, "Pelerin iyiymiş, şimdi kılıcı verin!" dedi. Onlar:
"Hayır, vermeyiz! Sonra 'Başlar aşağı' dersen bizim başlarımız öne düşer, seninki yukarıda kalır" dediler. Derken bir şartla vermeye razı oldular; kılıcı bir ağaçta deneyecekti!
Oğlan bunu uyguladı; kılıç kalın ağcı kamış keser gibi kökünden kesiverdi.
Oğlan bu kez çizmeleri istedi, ama devler, "Hayır, onları vermeyiz" dediler. "Yoksa ayağına çeker çekmez dağın tepesine çıkmak istersin ve sen orada olursun, biz burada. Elimizde de hiçbir şey kalmaz."
Oğlan, "Hayır, öyle bir şey yapmam" dedi. O zaman çizmeleri de verdiler.
Oğlan bu üç şeyi alınca karısından ve çocuğundan başka bir şey düşünemedi. "Ah, şu anda Altın Dağ'da olmayı ne kadar isterdim!" diye mırıldandı. Ve aynı anda devlerin gözü önünde kayboldu; böylece onların mirası bölünmüş oldu.
Saraya vardığında sevinç çığlıkları, keman ve flüt sesleri duydu; kendisine, karısının bir yabancıyla evlenmekte olduğunu söylediler.
Oğlan çok içerledi ve "Hain kadın, beni aldattı, ben uyurken kaçtı gitti" diye söylendi Sonra pelerinini kuşanarak görünmez oldu ve saraya girdi.
İçerde büyük bir sofra kurulmuştu; en güzel yemekler sunulmaktaydı; davetliler yiyor, içiyor, şarkı söylüyor ve eğleniyordu. Karısıysa en güzel giysileriyle kraliçe koltuğuna oturmuştu ve başında da bir taç vardı. Oğlan onun arkasında yer aldı ve kimse onu görmedi. Kadın ne zaman tabağına bir parça et koysa hemen onu alıveriyordu; ne zaman şarap ikram etseler onu da alıp kendi içiyordu; ona ne verseler kadın ağzına koyma fırsatını bulamıyordu. Derken önündeki tabaklarla bardaklar da yok oluverdi. Öyle ki, sonunda telaşlandı, utandı ve sofradan kalkarak odasına çekildi ve ağlamaya başladı. Oğlan onun peşinden gitti. Kadın:
"Başıma Şeytan mı üşüştü? Kurtarıcım gelmeyecek mi?" diye konuştu.
Adam onun suratına bir tokat atarak şöyle dedi: "Kurtarıcın gelmedi mi sanıyorsun? Tependeydi, seni gidi düzenbaz seni! Hiç de bana layık değilmişsin!"
Ve sonra görünür hale geldi. Salona giderek, "Düğün müğün yok artık! Gerçek kralınız geldi!" diye seslendi.
Krallar, kontlar, kontesler ve orada toplanan danışmanlar onunla alay edip gülüşünce oğlan kılıcını çekti:
"Defoluyor musunuz, olmuyor musunuz?" diye bağırdı. Herkes ona doğru atılıp yakalamaya çalışınca bu kez kılıcına şöyle konuştu:
"Bütün başlar aşağı, benimki hariç!"
Bunun üzerine bütün başlar öne düşerek yere yuvarlandı; ondan sonra Altın Dağın Kralı yine o oldu.
Tüccar varını yükünü doldurduğu iki gemiyi sefere çıkarttı, mallan satarak çok para kazanacağını umuyordu. Derken gemilerin battığı haberi geldi. Adamın elinde şehir dışındaki ufak bir tarladan başka hiçbir şey kalmadı. Uğradığı bu sıkıntıyı başından atmak için bu tarlada bir aşağı bir yukarı dolaşırken karşısına bir Arap cüce çıktı ve ona neden bu kadar üzgün olduğunu, canının neye sıkıldığını sordu.
Tüccar, "Bana yardım edersen söylerim" dedi.
"Kim bilir, belki yardımım dokunur" diye cevap verdi Arap cüce. Bunun üzerine tüccar, tüm servetini denizde kaybettiğini ve elinde şu tarladan başka hiçbir şey kalmadığını anlattı.
"Merak etme!" dedi cüce. "Eve varır varmaz ayağının ilk çarptığı şeyi on iki yıl içinde buraya getireceğine dair bana söz verirsen istemediğin kadar paran olacak!"
Tüccar düşündü. "Evde ayağımın takılacağı ufak bir köpek var, o kadar! Başka ne olabilir ki?" Ama ufak çocuğu aklına gelmediği için cücenin önerisini kabul etti ve kendi eliyle yazıp imzaladığı sözleşmeyi mühürleyip ona verdi.
Eve gelir gelmez ufak çocuğu babasını görünce çok sevindi ve emekleyerek yanına varıp paçasından yakaladı. Adam cüceye verdiği sözü düşünerek çok korktu; çünkü neye imza attığım pek iyi biliyordu. Hemen gidip para kasasına ve yastık altına baktı, hiçbir şey bulamayınca cücenin şaka yapmış olduğuna inandı.
Bir ay sonra tavan arasına çıktı; eski bakır çanak çömlek varsa onları alıp satacaktı. Birden orada koca bir yığın para buldu. Yine ticarete başladı, mal satın aldı ve koskoca bir tüccar olup çıktı.
On ikinci yıl yaklaşırken tüccar tedirginleşti; artık korkusu yüzünden belli oluyordu.
Bir gün oğlu ona "Neyin var senin?" diye sordu. Adam önce söylemek istemedi, ama oğlu diretince, farkında olmadan onu nasıl cüceye vereceğini ve karşılığında çok para aldığını anlattı. Bir sözleşme yapmış ve bunu kendi eliyle imzalamıştı; yani buna göre, on iki yıl sonra oğlunu cüceye teslim etmiş olacaktı! Bunun üzerine oğlu:
"Ah, baba, sen hiç merak etme! Her şey yoluna girecek. O cüce gücünü bana karşı kullanamaz ki!" dedi.
Oğlan papazın duasını aldıktan sonra tam saatinde babasıyla birlikte tarlaya gitti. Birlikte bir tur attıktan sonra beklediler.
Derken Arap cüce çıkageldi ve adama, "Bana vaat ettiğin şeyi getirdin mi?" diye sordu.
Adam sustu, ama oğlu cevap verdi: "Ne istiyorsun sen?"
Arap cüce, "Benim lafım babanla, seninle değil" diye cevap verdi.
Oğlan "Sen babamı aldattın, onun imzaladığı kâğıdı ver bana" dedi.
"Hayır" dedi cüce, "Bu benim hakkım."
Uzun boylu tartıştılar, sonunda şöyle bir karara vardılar: oğlan ne babasında, ne de cücede kalamayacağına göre bir sandala binecek ve şiddetli akıntısı olan bir nehirde kürek çekecekti. Biner binmez babası sandala bir tekme atacak ve onu suya terk edecekti.
Oğlan babasıyla vedalaştıktan sonra sandala atladı, babası da bir tekmeyle onu sulara iteledi. Sandal birden tepetaklak oldu, yani altı üstüne geldi.
Tüccar oğlunun boğulduğunu sanarak üzüntü içinde eve döndü.
Ama sandal batmadı, aksine ağır ağır yol aldı, ta ki bilinmeyen bir sahile ulaşıncaya kadar. Oraya varınca oğlan karaya çıktı, derken karşısında güzel bir saray gördü. Saraya girdi. Ama girer girmez burasının tekin bir yer olmadığını anladı. Bütün odaları dolaştı, hepsi boştu; en son odaya geldiğinde orada çöreklenmiş bir yılan gördü. Aslında bu yılan büyü yapılmış bir bakireydi; oğlanı görünce sevinerek şöyle dedi: "Geldin mi kurtarıcım? On iki yıldır hep seni bekledim; bu saray lanetlendi. Bu büyüyü sen bozmalısın!"
"Nasıl yapayım bunu?"
"Bu gece siyahlara bürünmüş ve zincirlere bağlı on iki adam gelecek. Sana burada ne aradığını soracaklar; sakın cevap verme; bırak seninle ne isterlerse yapsınlar, işkence etsinler, dövsünler, bırak her şeyi yapsınlar, yeter ki sen ağzını açma! Saat on ikide hepsi çekip gidecektir. Ertesi gece başka adamlar, ama yine on iki kişi; üçüncü gece yirmi dört kişi gelecek; senin kafanı koparacaklar. Ama tam saat on ikide güçleri sıfırlanacak; sen de o zamana kadar dayanıp ağzını açmamışsan ben kurtulmuş olacağım. O zaman sana geleceğim, elimde bir şişe hayat suyuyla; onunla seni yıkayacağım, sen de yeniden canlanacak ve eskisi gibi sapasağlam olacaksın." Oğlan, "Seni kurtarmaya hazırım" dedi.
Her şey kızın anlattığı gibi oldu. Siyahlı adamlar oğlanın ağzından tek kelime alamadı ve üçüncü gece yılan çok güzel bir prensese dönüştü; o, elindeki hayat suyuyla oğlanı sağlığına kavuşturdu. Sonra da boynuna sarılarak onu öptü. Tüm saray sevince boğuldu. Hemen düğün yapıldı ve oğlan Altın Dağın Kralı oldu.
Böylece mutlu yaşadılar. Kraliçe güzel bir oğlan çocuğu doğurdu. Kral sekiz yıl sonra babasını hatırladı, birden yüreği sızladı ve doğduğu evi ziyaret etmek istedi. Ama kraliçe onun gitmesini istemedi:
"Biliyorum, başıma bir bela gelecek!" deyip durdu hep. Ama kocası o kadar diretti ki, sonunda kadın razı oldu. Vedalaşma sırasında kocasına bir 'istek yüzüğü' vererek şöyle dedi:
"Al bu yüzüğü, parmağına tak! Takar takmaz varmak istediğin yere varmış olacaksın; yalnız bana söz ver: sakın beni babanın yanına getirtme!"
Genç adam söz vererek yüzüğü parmağına taktı ve aynı anda babasının yaşadığı şehirde olmayı istedi. Bir anda kendini orada buldu; şehre girmek istedi, ama sur nöbetçisi çok acayip ve gösterişli bir kral kıyafeti giydiği için onu içeri almadı. Bunun üzerine oğlan dağa çıkarak orada yaşayan bir çobanla giysilerini değiştirdi. Eski bir ceket giyerek hiç rahatsız edilmeden şehre indi. Babasının yanına vardığında kendisini tanıttı, ama adam ona hiç inanmadı ve vaktiyle bir oğlu olduğunu, ancak onun çoktan öldüğünü ileri sürdü; karşısında fakir bir çoban gördüğüne inanarak ona bir tabak yemek vermek istedi. Ama oğlan:
"Ben gerçekten sizin oğlunuzum, vücudumda beni tanıtacak bir ben yok muydu? Ne çabuk unuttunuz!" dedi.
"Evet" dedi annesi, "Bizim oğlumuzun sağ ön kolunda ahududu şeklinde bir ben vardı."
Oğlan gömleğini sıvadı, karı koca gerçekten de onun ön kolundaki beni görünce, karşılarında duranın kendi oğulları olduğundan artık şüpheleri kalmamalıydı. Derken oğlan onlara, kendisinin Altın Dağın Kralı olduğunu, bir prensesle evlendiğini ve yedi yaşında bir erkek çocuğu olduğunu anlattı. Babası: "Bu asla doğru olamaz. Bir kral hiç dilenci kıyafetiyle dolaşır mı?" dedi.
Bu kez çok öfkelenen oğlan parmağındaki yüzüğü döndürerek eşinin ve oğlunun hemen yanına gelmesini arzu etti. Aynı anda genç anneyle çocuğu orada oluverdi. Kraliçe ağlayıp sızlanmaya başladı ve kocasına, sözünü tutmayıp kendisini mutsuz kıldığı için serzenişte bulundu. Kocası:
"Ben bunu bilmeden yaptım, yoksa isteyerek değil" diyerek bin dereden su getirdi. Kadın da sonunda yatıştı, ama içinde kötü bir his vardı.
Daha sonra oğlan onu şehrin dışındaki tarlaya götürdü ve sandalın alabora olduğu nehri gösterdi:
"Ben yoruldum, sen şöyle otur, senin dizinde biraz uyumak istiyorum" dedi.
Ve başını karısının dizlerine koydu; kadın onun bitlerini ayıklarken oğlan uyuyakaldı. O uyur uyumaz karısı, kocasının parmağındaki yüzüğü çıkardı, kendi ayağını onun vücudundan çekip kurtardı, ama terliğini bıraktı. Sonra çocuğunu kucağına alarak tekrar saraya dönmeyi arzu etti.
Adam uyandığında kendini terk edilmiş buldu: karısıyla çocuğu gitmişti, parmağındaki yüzük de meydanda yoktu. Ortada sadece bir tek terlik kalmıştı.
"Kendi ananın babanın yanına dönemezsin artık" diye kendi kendine söylendi: "Sonra sana büyücü derler; en iyisi pilim pırtını topla, saraya dönmeye bak!"
Neyse, yola koyuldu, sonunda bir dağa ulaştı; dağın önünde üç tane dev durmuş, babalarının mirasını nasıl bölüşeceklerini tartışıyorlardı. Miras üç şeyden ibaretti. Birincisi bir kılıçtı, onu kuşanan "Bütün başlar aşağı, benimki yukarı" dediği zaman tüm başlar yere eğiliyordu. İkincisi bir pelerindi ki, onu boynuna atan görünmez oluyordu; üçüncüsüyse bir çift çizmeydi ki, onları giyen, istediği yere hemen gitmiş oluyordu.
Oğlan onlara, "Verin bakayım şu üç şeyi, deneyeyim! Bakalım iyi dürümdalar mı?" dedi.
Ona pelerini verdiler, boynuna atar atmaz oğlan görünmez oldu ve bir sineğe dönüştü. Sonra yine eski haline dönerek, "Pelerin iyiymiş, şimdi kılıcı verin!" dedi. Onlar:
"Hayır, vermeyiz! Sonra 'Başlar aşağı' dersen bizim başlarımız öne düşer, seninki yukarıda kalır" dediler. Derken bir şartla vermeye razı oldular; kılıcı bir ağaçta deneyecekti!
Oğlan bunu uyguladı; kılıç kalın ağcı kamış keser gibi kökünden kesiverdi.
Oğlan bu kez çizmeleri istedi, ama devler, "Hayır, onları vermeyiz" dediler. "Yoksa ayağına çeker çekmez dağın tepesine çıkmak istersin ve sen orada olursun, biz burada. Elimizde de hiçbir şey kalmaz."
Oğlan, "Hayır, öyle bir şey yapmam" dedi. O zaman çizmeleri de verdiler.
Oğlan bu üç şeyi alınca karısından ve çocuğundan başka bir şey düşünemedi. "Ah, şu anda Altın Dağ'da olmayı ne kadar isterdim!" diye mırıldandı. Ve aynı anda devlerin gözü önünde kayboldu; böylece onların mirası bölünmüş oldu.
Saraya vardığında sevinç çığlıkları, keman ve flüt sesleri duydu; kendisine, karısının bir yabancıyla evlenmekte olduğunu söylediler.
Oğlan çok içerledi ve "Hain kadın, beni aldattı, ben uyurken kaçtı gitti" diye söylendi Sonra pelerinini kuşanarak görünmez oldu ve saraya girdi.
İçerde büyük bir sofra kurulmuştu; en güzel yemekler sunulmaktaydı; davetliler yiyor, içiyor, şarkı söylüyor ve eğleniyordu. Karısıysa en güzel giysileriyle kraliçe koltuğuna oturmuştu ve başında da bir taç vardı. Oğlan onun arkasında yer aldı ve kimse onu görmedi. Kadın ne zaman tabağına bir parça et koysa hemen onu alıveriyordu; ne zaman şarap ikram etseler onu da alıp kendi içiyordu; ona ne verseler kadın ağzına koyma fırsatını bulamıyordu. Derken önündeki tabaklarla bardaklar da yok oluverdi. Öyle ki, sonunda telaşlandı, utandı ve sofradan kalkarak odasına çekildi ve ağlamaya başladı. Oğlan onun peşinden gitti. Kadın:
"Başıma Şeytan mı üşüştü? Kurtarıcım gelmeyecek mi?" diye konuştu.
Adam onun suratına bir tokat atarak şöyle dedi: "Kurtarıcın gelmedi mi sanıyorsun? Tependeydi, seni gidi düzenbaz seni! Hiç de bana layık değilmişsin!"
Ve sonra görünür hale geldi. Salona giderek, "Düğün müğün yok artık! Gerçek kralınız geldi!" diye seslendi.
Krallar, kontlar, kontesler ve orada toplanan danışmanlar onunla alay edip gülüşünce oğlan kılıcını çekti:
"Defoluyor musunuz, olmuyor musunuz?" diye bağırdı. Herkes ona doğru atılıp yakalamaya çalışınca bu kez kılıcına şöyle konuştu:
"Bütün başlar aşağı, benimki hariç!"
Bunun üzerine bütün başlar öne düşerek yere yuvarlandı; ondan sonra Altın Dağın Kralı yine o oldu.
* * * * *
MasalGrimm Kardeşler
Çeviriler:
- Der König vom goldenen Berg (Almanca)
- The king of the golden mountain (İngilizce)
- El rey de la montaña de oro (İspanyolca)
- Il re del monte d'oro (İtalyanca)
- De koning van de gouden berg (Felemenkçe)
- Король с Золотой Горы (Rusça)
- Król na Złotej Górze (Lehçe)
- 金の山の王さま (Japonca)
- O rei da Montanha Dourada (Portekizce)
- Kongen af det gyldne bjerg (Danca)
- 金山王 (Çince)
- Vua núi vàng (Vietnamca)
Iki dil karşılaştır:
Uluslararası sınıflandırması (Aarne-Thompson):